İş Bankası Kültür Yayınları Biyografi Dizisi. İş Bankası Kültür Yayınlarının dünyada ön planda olan düşünürler, devlet adamları gibi insanların hayatını anlattığı Biyografi Dizisi. Kitapla Kalın.
İlginizi Çekebilir: İş Bankası Kültür Yayınları Bilim Dizisi
İş Bankası Kültür Yayınları Biyografi Dizisi
Churchill
Yazar: Martin Gilbert
Çevirmen: Süha Sertabiboğlu
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 1183
Kelimelerin kuvvetini erken yaşlarda keşfeden İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill (1874-1965), kendisine Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran yazı hayatında ve iki başbakanlık göreviyle zirvesine ulaşan elli beş yılık uzun siyasi yaşamında bu güçten gayet etkili biçimde yararlanmıştır. Hitler’in neden olabileceği yıkımı en başından itibaren öngörmüş ve dünyanın ona karşı birleşip sonunda zafere ulaşan büyük bir mücadeleye girmesi için bütün azmini ve kararlılığını kullanmıştır.
Churchill, dünya savaş tarihine de katkılar sağlamıştır. Havacılığın ilk gelişiminde rol oynamış, bir savaş aracı olarak tankın bugünlere gelmesini sağlayan kişiler arasında yer almıştır. Uçaksavar savunma sisteminin geliştirilmesine ve hava savaşının evrimine öncülük etmiştir.
Eğitimde fırsat eşitliğini, hapishane reformunu, işsizlik sigortasını, çalışma saatlerinin kısaltılmasını, ulusal bir sağlık sistemi kurulmasını, işyerlerinde çalışma koşullarının düzeltilmesini savunduğu siyasi hayatında büyük iniş çıkışlar yaşayan Churchill, belki de en büyük yenilgisini, 1915’te Çanakkale’de direnişini kıramadığı Türk Ordusu karşısında almış ve bu yüzden bakanlıktan düşmüştür.
Ancak Churchill azimli, ileri görüşlü, mücadeleci, bağımsız ve atılgan kişiliğine dayanarak yeniden ayağa kalkmayı ve 20. yüzyılda ülkesinin kaderine damgasını vuran lider olmayı başarmış, özellikle II. Dünya Savaşı sırasında purosu ve zafer işaretiyle dünyanın ortak hafızasına kazınmıştır. Görkemli cenaze töreni öncesinde kızı Mary, halkın duygularına tercüman olarak ona şöyle seslenmiştir: “Bir kızın, sevgi dolu, cömert bir babaya karşı hissettiği tüm duyguların yanı sıra, erkek, kadın ve çocuk her İngiliz’in borçlu olduğu şeyi, özgürlüğü borçluyum sana.”
Jean-Jacques Rousseau
Yazar: Leo Damrosch
Çevirmen: Özge Özköprülü
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 566
Saat ustası maceraperest bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Jean-Jacques Rousseau (1712 Cenevre – 1778 Paris), 18. yüzyıl Avrupası’nda emekçi sınıfa mensup yoksul bir çocuğun, toplumun sınırlarını zorlayan özgün bir düşünüre dönüşmesinin simgesidir. Küçük yaşlardan itibaren yaratıcı ruhunun etkisiyle toplum ve düzenle uyum sağlayamamış, 16 yaşında evini terk ederek başına buyruk yaşamış, düzenli eğitim almamış ve çok sınırlı süreler dışında düzenli bir işte çalışmamıştır. Okuduğu kitaplardan ve gezgin hayatı sırasında toplumun her kesiminden tanıdığı insanlarla yaşadığı tecrübelerden edindiği birikimle kendi kendini eğitmeyi başararak fırtınalı ruhuna huzur sunmak için otuzlu yaşlarında yazmaya yönelmiştir.
Ancak yazmak bile Fransız Devrimi’ne doğru giden bir süreçte artık iyice yozlaşmış aristokratik davranış ve düşünce kalıplarının egemen olduğu toplumsal yapıdan ve ilişkilerden bunalan bu asi dehaya ilaç olmamıştır. Mevcut kültürün aldığı yolu tartışan ve eleştiren, öğretisini insanın doğal özüne uygun ve bu özü bozmayacak, tam tersi geliştirecek sağlıklı ve adil bir yeni kültür anlayışı üzerine kuran Rousseau, düşüncesiyle yaşayışı arasında en çok benzerlik olan özgün filozoflardan biri olarak dinsel ve siyasi egemenlerin baskısına uğramıştır.
Bu baskılardan bunalsa ve hassas ruhsal dengesini giderek yitirmeye başlasa da fikirlerinden taviz vermemiş, özellikle Toplum Sözleşmesi ile özgürlük, eşitlik, kardeşlik arayışının ışığı ve Fransız Devrimi’nin esin kaynağı olmuştur. Gücünü doğadan alan yaratıcı düşünceleriyle 19. yüzyıl felsefesine, özellikle de romantizm akımına ilham vermiştir. Devrimci bir yaklaşımla çocuk eğitimi üzerine yazdığı Emile, çocukluk çağlarının insan oluşumundaki önemini belirlediği ve üst sınıftan bir kadının sözleriyle, “annelere, bebeklerini emzirmeyi öğrettiği” için, büyük etki sahibidir. Otobiyografi tarzının atası sayılan İtiraflar, benliğin karanlık yönlerini araştırması açısından psikanalize giden yolun ana taşlarından sayılır.
Charles Darwin
Yazar: Adrian Desmond
Çevirmen: Ebru Kılıç
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 923
Charles Robert Darwin (1809 – 1882), Cambridge’deki ilahiyat eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra “ıssızlığın ortasında bir taşra papazı” olarak ömrünü sükûnet içinde geçirme hayalleri kurarken, küçüklüğünden beri doğa bilimlerine olan merakının da etkisiyle, dünyayı dolaşarak ölçümler yapmak, haritalar çıkarmak, bilimsel keşif ve incelemelerde bulunmak amacıyla Beagle gemisiyle düzenlenen keşif seferine katıldı. Avrupalıların fazla aşina olmadığı coğrafyalarda rastladığı bitkiler, hayvanlar, insanlar ve yer şekilleriyle ilgilenip örnekler toplamak ve gözlemler yapmak la geçirdiği bu yıllar; sadece onun kaderini değiştirmekle kalmayacak, dünyayı dönüştürecek bilimsel bir yaklaşımın da temellerini atacaktı.
Ancak Victoria dönemi İngilteresi aykırı fikirlere izin verecek esnekliğe sahip değildi. Darwin, Kilise ve aristokrasinin başını çektiği müesses nizam tarafından kâfir olarak nitelenmemek için fikirlerini ve bunları şifreyle yazdığı defterleri tam yirmi yıl boyunca sır gibi gizleyerek çalışmalarını sürdürecekti. Hatta erdem güdüsü kadar güçlü bir hakikat duygusuna sahip olmasaydı; “bir cinayeti itiraf etmeye” benzetecek kadar huzursuzlandığı teorisini açıklamayacak, Türlerin Kökeni’ni yayımlamayacaktı; belki de… Evrim teorisinin;hayatın çeşitlilik ve karmaşasını açıklayabilen bir teori olduğu ve Darwin’in dile getirdiği gibi doğanın kendi işini kendi usulünce yaptığı, yıllar süren tartışmaların ardından önce bilim çevreleri, sonra bütün dünya tarafından kabul gördü.
Doğa tarihinin bu kaba beyaz sakallı bilge devrimcisi ilk ve en büyük tepkiyi Kiliseden görmesine rağmen; ebedi uykusuna, kendi alanlarının kahramanlarıyla birlikte yatmak üzere İngiltere’nin en itibarlı kilisesi Westminister Abbey’e devlet töreniyle gömülerek onurlandırıldı. İnsanoğlunun hayvanlarla aynı süreçler içinde evrildiği düşünülemeyecek kadar yüce bir varlık olduğuna inananlarsa insanı tanrısallığından arındıran evrim teorisine; günümüzde de en az Victoria dönemindeki güçle karşı çıkmaya devam ediyor.
Hammurabi
Yazar: Marc Van De Mieroop
Çevirmen: Bülent O. Doğan
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 151
Hammurabi (saltanatı M.Ö. 1792-1750), günümüzde en az gelişmiş bölgelerden biri olarak görülse de bir zamanlar dünyanın en ileri toplumlarına ev sahipliği yapan Mezopotamya’nın gelmiş geçmiş en büyük şahsiyetlerinden biridir.
Güçlü Elam’ın uzaktan gözetimi altında birbiriyle sürekli çekişen irili ufaklı onlarca Mezopotamya şehir devletinden biri olan Babil’in kralı olduktan sonra uzun bir süre kendisi de bu iktidar savaşı içinde yer almıştır. Ancak zamanla idareci olarak sergilediği adil yönetim, diplomat olarak izlediği akıllı strateji ve savaşçı olarak gösterdiği başarıların etkisiyle Basra Körfezi’nden kuzeye doğru Mezopotamya’nın büyük bir kısmını ele geçirip tek devlet çatısı altında birleştirmiş, böylece bölgesinde şehir devletinden teritoryal devlete geçişin öncüsü olmuştur.
Fakat onu bugünlere taşıyan asıl başarısı savaşçılığı değil, yaklaşık 300 yasadan oluşan ve kendisinden önce kanun derlemeleri yapan hükümdarlardan farklı olarak ülkesinin çeşitli yerlerine diktirdiği dikilitaşlarla kamuya ilan ettiği Hammurabi Kanunlarıdır. Kanunlarının temel mantığının çoktandır terk edilmiş olan “göze göz, dişe diş” yaklaşımı olması, onun kendini adil bir kral olarak görmesini ve adaleti hükümdarlığının asli unsurlarından biri olarak kabul etmesini engellememektedir. Hammurabi’nin aynı zamanda bu algıyı halkına ve sonraki nesillere başarıyla aktardığı da ortadadır.
Gerek bu açıdan, gerekse eldeki bilgi ve malzeme açısından Hammurabi, yazarın sözleriyle, belki de biyografisi yazılabilecek ilk insanoğludur.
Hegel
Yazar: Terry Pinkard
Çevirmen: Mehmet Barış Albayrak
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 741
Modern düşüncenin kurucularından biri olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831); genel olarak Prusya mutlakiyetçiliğinin dar kafalı savunucusu, anlaşılmayacak şekilde ve anlaşılmamak için yazmış asık suratlı bir felsefeci olarak tanınır. Onun Fransız devriminin etkisiyle coşan bir devrimci; Alman milliyetçiliğine karşı çıkan bir evrenselci; kağıt oynamayı, arkadaşlarıyla tartışmayı, meyhanelerde yarışırcasına içmeyi seven ve dolayısıyla birçok kez disipline verilen bir öğrenci; dans etmekten, kızların çevresinde olmaktan hoşlanan neşeli bir genç olabileceği pek akla getirilmez.
Oysa Hegel, olumlu kişisel özellikleri, bilgisi, geniş ufku ve büyük ilgi gören dersleri sayesinde Hölderlin, Schelling, Goethe, Humboldt, Fichte, Novalis, Schlegel kardeşler, Mendelssohn gibi; isimlerle dostluğunu sürdürürken içinde yaşadığı toplumun en etkin şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Bir yandan da dönemin siyasi, endüstriyel, toplumsal ve bilimsel devrimlerinden doğan modernliğin kendisini düşüncesinin nesnesi yapan ilk büyük filozof olarak önem kazanmıştır. Kant felsefesinin olanaklarını geliştirerek sağlam, tutarlı ve bütünlüğü olan ideal bir sisteme ulaşmayı hedeflemiş; zenginliği, kapsamı ve olgunluğu bakımından felsefe tarihinin son büyük sistemini yaratarak bu amacına nail olmuştur.
Georgetown Üniversitesi’nde felsefe profesörü ve Hegel uzmanı olan Terry Pinkard, Napoléon’un egemen olduğu dönemde yaşamış; ölümünden sonra çokça yanlış anlaşılmasına ve aşıldığı iddia edilmesine karşın etkisini günümüze dek sürdürmeyi bilmiş olan bu güçlü düşünürün yaşamını belli bir bütünsellik içinde anlatmaktadır. Felsefenin yalnızca kavramlar arasında değil, tarihsel kişiler ve olaylar arasında da geliştiğini ortaya koyan elinizdeki biyografi; kimi zaman hayli kafa karıştırıcı olabilen Hegelci terimlerden mümkün olduğunca kaçınmakta, anahtar kavramların felsefeci olmayanlar tarafından da anlaşılabileceği genel bir bakış sunmaktadır.
Leibniz
Yazar: Maria Rosa Antognazza
Çevirmen: Orhan Düz
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 611
Gottfried Wilhelm Leibniz (1646 – 1716), hayatını adayacağı projeyi gençlik yıllarında belirleme bahtiyarlığına sahip olmuş ama geniş ilgi alanı içinde dağılması nedeniyle gerçekleştirememe bahtsızlığına uğramıştır: Kamu yararını ve Tanrı’nın şanını yüceltmek üzere bilimlerin tespiti ve geliştirilmesi amacıyla bir bilimler ansiklopedisi çıkarmak. Ansiklopedisini çıkaramamış ama bu uğurda fizik, felsefe, tarih, etik, hukuk, jeoloji ve teolojiden Çin diline kadar çok çeşitli alanlarda yaptığı çalışmalarla kendisini bilgi deposuna dönüştürmüş ve Avrupa’nın hükümdarları tarafından “yürüyen ansiklopedi” namıyla hüsnü kabul görmüştür.
“Yaşadığımız dünya, olası dünyaların en iyisidir” düsturunu ortaya atarak günümüzde insanlara umut aşılayan kişisel gelişim literatürüne kadar uzanacak yolu açmıştır. İleri yaşlarında eski usul giysileri ve peruklarıyla gençler tarafından geçmiş zamanlardan kalan gülünç bir fosil olarak görülse de hoş sohbeti, cana yakınlığı, iyimserliği ve kötü kokmaması sayesinde özellikle nüfuz sahibi kadınların vazgeçemediği bir akıl hocası olmuştur.
Latince, Almanca ve Fransızca yazdığı eserleri, on binlerce mektubu ve yine on binlerce sayfayı bulan yayınlanmamış taslaklarıyla mantık, matematik, fizik ve metafizik alanına unutulmaz katkılar yapmıştır. Dünyanın dört işlem yapabilen ilk hesap makinesini icat eden odur. İkili matematik sistemine kazandırdığı işlevsellikle bilgisayarın atası sayılmak gibi bir onura sahiptir. Ölümünden sonra verilen bu payeye karşın hayattayken kalkülüsü Newton’dan çalmadığını, bağımsız olarak kendinin de geliştirdiğini bir türlü ispatlayamamış, bu yüzden ömrünün son yıllarında ülkesinin medarı iftiharı olarak değil, bir intihalci olarak görülmüştür. Muhtemelen bunun etkisiyle tabutuna bir kehanet hakkettirmiştir: Inclinata resurget.
Din felsefesi uzmanı Maria Rosa Antognazza’ya göre tarih, bu büyük âlimin son evrensel deha olduğuna hükmederek itibarını iade etmiştir. Yani tabuttaki kehanet doğru çıkmıştır: İnen çizgi tekrar yükselecektir.
Robespierre
Yazar: Peter Mcphee
Çevirmen: Süha Sertabiboğlu
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 368
Maximilien Robespierre (1758-1794), kimilerine göre dünyayı altüst eden ve etkilerini günümüzde bile hissettiren 1789 Fransız Devrimi’nin haşin ama haklı devrimcisi, kimilerine göre kana susamış bir katil ve diktatördür. Biyografiye göreyse sarsılmaz adalet duygusu, etkileyici hitabeti ve çelik iradesi sayesinde, şiddetle yıkan ve şiddetle kuran Fransız Devrimi içinde kendine yer bulmuş bir taşra avukatıdır.
1789’un devrimcileri, bütün o çalkantılı yıllar içinde halk egemenliği, anayasal devlet, yasal ve dini eşitlik, sınıf ayrıcalıklarına ve derebeyliğe son verilmesi gibi çok önemli vaatlerini korumayı başarmış, 1793 yılında dış düşmanlara karşı kazandıkları askeri zaferlerle devrimi ve yeni cumhuriyeti muzaffer kılmışlardır. Ancak birçok arkadaşının aksine, düzeni sağlamak için ilkelerinden ödün vermeye razı olmayan Robespierre açısından bu başarının insani maliyeti ağır olmuştur: hasta düşmüş, tükenmiş, mantığını yitirmiştir. Nitekim en çok alıntılanan konuşmasını, yoldaşlarını devrime tehdit olarak görmeye başladığı bu dönemde yapmıştır: “Barış zamanında halk yönetiminin ana kaynağı erdemse de, devrim sırasında bu hem erdem, hem terördür: Erdem olmadan terör öldürücüdür, terör olmadan erdem güçsüzdür. Terör hızlı, sert, katı bir adaletten başka bir şey değildir.”
Nietzsche
Yazar: Julian Young
Çevirmen: Bülent O. Doğan
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 968
Dünya üzerine gelip geçmiş bütün felsefeciler arasında, “filozof”, hatta “feylosof” tanımına en çok layık olanı; herhalde aslen felsefeci değil, klasik filolog olan Friedrich Nietzsche’dir (1844-1900). Üretken hayatı boyunca Hıristiyanlıkla bütünleşmiş Batı kültürüyle boğuşan Nietzsche; bu kültüre bir itirazdan ibaret olan külliyatını, kimi zaman yıkıcı ve sert, kimi zaman yumuşak ve incelikli ama her zaman çarpıcı üslubuyla kaleme almıştır. Felsefesinin temeli; ne kadar kökleşmiş olursa olsun, insanın coşkun enerjisini engelleyen her türlü öğretinin sorgulanıp ayıklanması ve bunun yerine “hayatın olumlanması”dır. Bu kapsamda Apollon-Dionysos ikiliği, güç istenci, bengi dönüş; üstinsan gibi anahtar kavramlar eşliğinde oluşturduğu felsefesinde kendini Deccal ilan edip Tanrı’nın öldüğünü ileri sürerek Zerdüşt kimliğiyle Batı kültürünü ıslah etmeye girişmiştir.
Nietzsche’nin düşüncelerini döneminin bağlamına (Prusya militarizminin, Darwinci bilimin, antisemitizmin, gençlik ve özgürlük hareketlerinin yükselişi) yerleştiren elinizdeki biyografi; bahtsız filozofun hayatını bütün boyutlarıyla anlatmaktadır. Lou Salomé’ye duyduğu umutsuz aşkın kişiliği üzerindeki yakıcı etkisini dile getirmekte; kırk dört yaşında aklını yitirmesinin sebeplerini anlamaya çalışmaktadır. Ölümünün ardından düşünsel mirasına el koyan kız kardeşi tarafından çarpıtılarak; Nazizme felsefi payanda haline getirilen ve bu prangadan ancak on yıllar sonra kurtulan eserlerini; bütün alt anlamlarıyla birlikte titizlikle ele alıp incelemektedir.
19-20. yüzyıl Alman felsefesi uzmanı olan yazar Profesör Julian Young; Nietzsche’nin hayatı ve felsefesine dair bugüne kadar yazılmış bu en kapsamlı biyografisinde özel bir bölümleme yapmıştır. Böylece isteyen okur Nietzsche’nin sadece hayatıyla, isteyen de sadece eserleriyle ilgili bölümleri okuyabilir. Elbette yazarın dileği, ünlü filozofun hem sarsıcı eserlerinin, hem de dokunaklı hayatının okunmasıdır.
Bismarck
Yazar: Jonathan Steinberg
Çevirmen: Hakan Abacı
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 656
1862 yılında Prusya Kralı I. Wilhelm tarafından başbakan olarak atanıp sol liberal ağırlıklı meclisin karşısına çıkan Otto von Bismarck (1815 – 1898), burada yaptığı konuşma doğrultusundaki icraatıyla tarihe geçmiştir: “Ülkemizin Viyana Antlaşmasıyla çizilmiş sınırları devletimizin varlığını sağlıkla sürdürmesi için elverişli değildir. Günümüzün büyük meseleleri müzakereler ve ekseriyet kararlarıyla değil, kan ve demirle çözülecektir.”
Bismarck, Harbiye Bakanı Roon’un ordu reorganizasyonu ve Genelkurmay Başkanı Moltke’nin savaş stratejisi üzerinde yükselen bu kan ve demir siyasetiyle, Alman birliğini sağlamıştır. Prusya önderliğinde bir araya getirdiği Alman dil ve kültür dairesine mensup küçük devletler, peşpeşe savaşlarla Danimarka’yı, Avusturya’yı ve Fransa’yı yenerek 1871 yılında Alman İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bu gelişmenin ardından Avrupa siyaseti üzerinde Bismarck’ın artan etkisi, Ayastefanos Antlaşması’nın ağır hükümlerini yumuşatarak Osmanlı’ya hayat öpücüğü veren 1878 Berlin Kongresi’nde kendini bir kez daha hissettirmiştir.
Bismarck, başarılarını tek bir askere komuta etmeden, mecliste çoğunluğa hâkim olmadan ve ayrıca kendisine tepki duyan bir halka rağmen elde etmiştir. Kurduğu yönetim sistemi, tahakkümcü kişiliğiyle çevresindekiler üzerinde elde ettiği şahsi güce dayanmaktadır. Her türlü kişi, kavram ve kurumu işine göre kullanıp atmış, zekâsı ve kıvrak manevralarıyla en güçlü partileri alt etmiştir. Yeni Kayzer II. Wilhelm, 1890 yılında Bismarck’ın istifasını isterken şöyle diyecektir: “İktidar şehveti bu asil ve büyük adamın üzerinde şeytani bir hâkimiyet kurmuştu.” Öte yandan Bismarck, iş kazası sigortasıyla yaşlılık ve malullük sigortasını yürürlüğe sokarak ülkesini dünyanın ilk sosyal refah devleti haline getiren siyasetçidir.
Tarih profesörü Jonathan Steinberg, bu kitapta Bismarck’ın uygulamaya başladığı kan ve demir siyasetini kendilerine göre geliştirerek devam ettiren Alman liderlerinin Avrupa siyasetini hangi yola soktuklarını vurgulamaktadır: Bismarck’ın kurduğu devletin başında Birinci Dünya Savaşı’nda Kayzer II. Wilhelm, İkinci Dünya Savaşı’nda ise Hitler vardır.
Kubilay Han
Yazar: Morris Rossabi
Çevirmen: Özgür Özol
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 360
Moğolların yükselme ve yayılma döneminde doğan Kubilay Han (1215-1294), dedesi Cengiz Han’ın ölümünden sonra imparatorluğunun oğulları arasındaki bölüşümünde iktidar rüyasına en uzak torunlar arasında kalmıştı. Ancak akıllı ittifak stratejisi ve uygun hamlelerle devreye giren annesi Sorgotani Beki sayesinde bahtına, 1260 yılında Ulu Kağan olarak Moğolların başına geçmek düştü. Devraldığı imparatorluğu yeni fetihlerle genişletti, Pasifik kıyısından Orta Avrupa’ya kadar uzanan kesintisiz topraklarıyla tarihin gelmiş geçmiş en büyük devleti haline getirdi. Bu fetihler sırasında yüz binlerce, belki de milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
Kubilay Han 1279 yılında Çin’i tamamen ele geçirince, göçer bir fatih olarak kalmak yerine eskiden beri ilgilendiği bu kalabalık ve gelişkin uygarlığı etkin biçimde yönetmeye çalıştı. Bunun için Moğolların farklı dinlere saygı gösterme geleneğiyle yabancı danışmanlar kullanma yaklaşımını; kendi Çince bilgisi ve yönetim yeteneğiyle birleştiren bir idare kurdu. Yeni bir başkent inşa etti, yeni yasalar yaptı, bütün Moğol topraklarında kullanılmak üzere bir yazı dili geliştirdi. Tiyatroyu, sanatı, her türlü zanaat ve ustalığı, bilimi ve tıbbı destekledi. Eskiden kalma Büyük Kanal’ı uzatarak başkent Ta-tu’ya (bugünkü Pekin) bağladı. Seyyahlar, Asya’yı baştan sona kat etmeye, onun döneminde başladı. Ünlü İtalyan seyyah Marco Polo’nun Batılılara anlattığı Asya, onun yönetimi altındaki kıtadır.
Fetihlerinde büyük başarı kazanan Kubilay Han, sadece Vietnam ile Japonya’ya boyun eğdirememiştir. Özellikle ömrünün sonlarına doğru; karısı Çabi’nin ölümünün ardından gelen Japonya felaketi, kendini iyice içkiye ve yemeğe vermesine, saraya kapanmasına neden oldu. Ölümünün ardından o koskoca imparatorluk, neredeyse kurulduğu hızla dağılmıştır.
Prof. Morris Rossabi, Kubilay Han’ın Seyyahı dahil olmak üzere kitaplarıyla dünya çapında ilgi uyandıran bir Çin ve Orta Asya tarihi uzmanıdır. Kendisi Moğollar konusundaki abartılı olumsuz algıyı kıran isimler arasındadır.
Mozart
Yazar: Maynard Solomon
Çevirmen: Ebru Kılıç
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 794
Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791), yetenekli ablasına ders veren müzisyen babasını izleyerek üç yaşından itibaren klavye ve keman çalmayı öğrendi. Oğlunun dehasını sergileyerek gelir ve statü elde edebileceğini fark
eden babası, bir aile kumpanyası olarak Avrupa’nın hemen bütün ülkelerine uzun geziler düzenledi. Altı yaşındaki Mozart ve ablası, imparatorlara, krallara, soylulara, zenginlere ve halka yeteneklerini sergiledi; papa bile “küçük müzik dehası” Mozart’ın gözleri kapalı klavye çalışını izledi. Aile, yıllar boyunca soylulara yaraşır hayat tarzını finanse edecek geliri sağlayan kumpanyanın tadını çıkarırken Mozart da dehasını besleyecek eğitimi, babasından ve içinde bulunduğu Avrupa müzik ortamından alıyordu. İlk minüetini beş yaşında yazdı, on yaşına geldiğinde beş senfoni bestelemişti.
Oğulun görevi, zamanı geldiğinde babaya isyan etmektir. Mozart’ın aile kumpanyasından ayrılıp bağımsızlığını kazanması zor ve sancılı oldu. Maddi-manevi, elindeki her türlü olanağı kullanan babası, oğlunun evlenmek istediği kadınla evlenmesini ve müzik cenneti Viyana’ya yerleşmesini engellemeye çalıştı. Ona sunduğu gelecek, kendisinin yaşadığı şehirde yaşaması ve kendisinin yaptığını yapıp bir soylunun yanına kapılanmasıydı. Mozart, nice mücadeleden sonra özgürlüğünü ilan edecek, sevdiceği Constanze ile evlenip Viyana’da yaşayacak ve klasik müziğin en büyük isimleri arasına girmesini sağlayan eserlerinin çoğunu, kısa ömrünün son on yılını geçirdiği bu ortamda verecekti.
Mozart, başta Figaro’nun Düğünü, Don Giovanni, Sihirli Flüt, Cosi Fan Tutte gibi operalar olmak üzere, otuz beş yıllık ömründe bize altı yüzü aşkın harika beste armağan etti. Bitiremediği bir Requiem’i vardır. “Türk Marşı” ve “Türk Konçertosu” başlıklı eserlerinde, Saraydan Kız Kaçırma ve Zaide operalarında Türk temasını işlemiştir. Bu türlerin zirveleri arasında yer alan eserleriyle senfoniyi, konçertoyu, oda müziğini, operayı ve koral müziği şekillendiren isimlerdendir.
Çocukluğunda çağının küçük müzik dehası olarak övülen Mozart, günümüzde bütün çağların büyük müzik dehası olarak anılır.
Marco Polo
Yazar: Laurence Bergreen
Çevirmen: Mine Zeybekoğulları
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 476
Venedikli Marco Polo (1254-1324), tüccar babası ve amcasıyla birlikte İran’dan Türkmenistan’a, Afganistan’dan Çin’e kadar tüm Asya kıtasına hükmeden Moğol hükümdarı Kubilay Han’ın huzuruna çıktığında henüz gencecik bir delikanlıydı. Yanına gelene kadar geçtiği yerlerde kimsenin göremediğini görüp kimsenin anlatamadığı gibi anlatan bu gençten hoşlanan Ulu Kağan, devletinin vergilerini tahsil etmekle ve imparatorluğunu gezip izlenimlerini anlatmakla görevlendirerek onu yıllarca yanında tuttu.
Bakış açısı sınırlı bir yeniyetme olarak yola çıkan Marco Polo; gezdiği yerlerde türlü türlü coğrafya ve iklimlerle, çeşit çeşit kavim ve dillerle, çoğu kendisine tuhaf gelen farklı iman ve ibadetlerle, garipsediği gelenek ve göreneklerle karşılaştı. Dünyanın en gelişkin toplumunu yaratan incelikli Çinlilerle; başlarının üstündeki mavi gökyüzüne, ayaklarının altındaki kara toprağa tapan iyimser ve savaşçı Moğollarla tanıştıkça; en çok da tüm dinlerin, dillerin ve hayat tarzlarının egemeni olarak hepsini hoş tutmaya çalışan, yönetiminde hepsine görev veren Kubilay Han’la teşrikimesai ettikçe olgunlaştı, zenginleşti.
Olgun ve zengin bir adam olarak yirmi dört yıl sonra memleketine döndüğünde karşılaştığı macera romanları yazarı; Pisalı Rustichello’ya yaşadıklarını ve gördüklerini anlattı. Karşısındaki malzemenin büyüklüğünü hemen kavrayan Rustichello, Marco Polo’nun anlattıklarını kaleme aldı.
Ortaya çıkan kitap, ortaçağın son demlerini süren Avrupalılar için o kadar inanılmazdı ki uydurma sayıldı, görmezden gelindi. Ancak tarih, eninde sonunda onu hatırlayacak ve Marco Polo, yüzyıllar içinde Batılıların Asya ve Çin’le ilgili yargılarının değişmesine en büyük katkıyı yapacaktı. Nitekim modern çağda yapılan bilimsel araştırmalar, kitabın uydurma olmadığını kanıtladı.
Hayat dolu bu maceracının; dünyanın harikalarını hikâye edişindeki coşkuya ve ayrıntı zenginliğine denk düşen bir kıvraklıkla yazan ABD’li tanınmış yazar Laurence Bergreen, elinizdeki biyografide Marco Polo’nun ve kitabının serencamını hakkıyla anlatıyor.
Çariçe Katerina
Yazar: Robert K. Massie
Çevirmen: Hakan Abacı
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 696
Önemsiz ve parasız bir Alman prensesi olarak dünyaya gelen Çariçe II. Katerina (sal. 1762-1796), hayata veda ettiğinde devasa ülkesinin mutlak hükümdarı; imparatorluğunun sınırlarını genişletmiş, stratejisini oluşturmuş, kurumlarını geliştirmiş imparatoriçesi; vatanının Batı sanat ve kültürüne yönelmesini sağlamış çariçesidir.
Bunun için dinini değiştirip Ortodoksluğa geçmesi ve Büyük Petro’nun torunu olan eşi Çar III. Petro’yu darbeyle devirmesi gerekmiştir. Büyük Petro’nun Batı’daki askeri ve idari yenilikleri ülkesine uyarlama anlayışını derinleştirerek sürdürmüş; ülkesinde sanatın, kültürün, eğitimin ve tıbbın gelişmesini sağlamış; hastaneler, okullar, yetimhaneler kurmuştur. St. Petersburg’daki Ermitaj Müzesi’nin temelini atmış, Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Çaykovski, Rimski-Korsakov gibi büyük sanatçılar yetişmesini sağlayan zemini oluşturmuştur. Avrupa’daki fikir hareketlerini ilgiyle takip etmiş, Voltaire, Diderot, Rousseau, Grimm gibi önemli aydınlarla yıllar boyunca mektuplaşmış, görüşmüştür.
Salgın hastalık baş gösterdiğinde kilisede sıraya girip ikona öpme geleneği olan halkına, ülkenin ilk çiçek aşısını kendine yaptırarak örnek olmuştur. Kadının geri planda olduğu bir Doğu memleketindeki erkeklerin birkaçının sevgilisi, bazısının arkadaşı, çoğunun anası ve hepsinin lideri olmayı bilmiştir.
III. Mustafa, I. Abdülhamit ve III. Selim’in saltanat dönemlerine denk düşen iktidarı, Osmanlı’nın gerilemesinin en önemli etkenlerindendir. Osmanlı’ya Kırım’ı kaybettiren, Karadeniz’i Ruslara açmaya mecbur bırakan, Ortodoks tebaası üzerinde onlara himaye yetkisi veren Küçük Kaynarca Antlaşması onun döneminde imzalanmıştır. Robert K. Massie, Rusya’yı büyük bir devlet yapan Büyük Petro için yazdığı efsanevi biyografinin ardından, aynı derin Rusya bilgisi ve kalem gücüyle, “bu devlete kudret katan” II. Katerina’yı anlatıyor.
Perikles
Yazar: Thomas R. Martin
Çevirmen: Ülke Evrim Uysal
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 288
Perikles (MÖ 490’ların ortaları – 429), gücünün, refahının ve etkisinin zirvede olduğu altın çağında Atina’yı yöneten kişidir. Pers Savaşları ile Peloponnesos Savaşları arasındaki bu dönemde kentinin, bilim, felsefe, heykelcilik, mimarlık ve tiyatro başta olmak üzere, coğrafyada ve zamanda çok uzak mesafelere ulaşacak kültürel gelişmelerin merkezi olmasını sağlamıştır. Günümüzde bile hayranlıkla gezilen Parthenon’u yaptırmıştır. Şehrinin ikinci sınıf uluslararası konumunu değiştirip bölgenin en zengin ve kuvvetli devleti haline gelmesini sağlamıştır.