Tolstoy ile kıyaslanan Mihail Şolohov’un okuduğum ilk romanı. Nobel ödüllü yazarımız bu kitabı yazdığında 23 yaşındaymış. Ekim Devrimi’nde ve sonrasında yeni kurulan Sovyetler Birliği’nde iç savaş koşullarında yaşanan tarihsel olayları konu edinen bu roman bir başyapıt olarak değerlendiriliyor.
“Durgun Don” tam anlamıyla bir klasik. Anlatılan dönem, yaşantılar, karakterler… Hepsi birbirinden özel ve güzel.
Klasik bir Rus Edebiyatı olduğundan dolayı karakterlerin çok olması kafa karışıklığı yaşatıyor. Bu yüzden Rus yazarlardan hep çekinmişimdir.Tam bir karakteri öğrenmişken birden o karakterin ortadan kaybolup başka bir karakterin ortaya çıkması bazen can sıkıcı olabiliyor.
Kitaptaki betimlemelerin okurken ağızda bıraktığı tat paha biçilemez. Karakterlere değil de betimlemeler ile olayların akışına kendinizi kaptırınca “Durgun Don” kesinlikle yaşanması gereken bir roman olup çıkıyor.
“Durgun Don” ismi gereği yanlış anlaşılmaya müsait aslında.Ben daha farklı bir roman bekliyorken karşıma “Nehir” çıktı. Evet Don aslında bir nehrin ismi. Çok garip değil mi?
Hikaye Vyeşenskaya’lı Gregor Melehov’un etrafında şekilleniyor. Vyeşenskaya yazarımızında doğum yeri oluyor. Gregor biraz yaramaz bir tip.Biraz da çapkın. İlk başta çok seveceksiniz ama benim gibi 1. cildin sonuna doğru ondan biraz nefret edebilirsiniz. Hak ediyor ama.
İnsanların savaştaki psikolojilerine gelirsek, bu duygu durumu çok gerçekçi olarak tasvir edilmiş. Evet ortada bir savaş var ama neyin uğruna olduğunu bilmiyorlar. Sadece bulundukları ülkeyi, yeri, coğrafyayı savunmak zorunda olduklarını biliyorlar. Bu savaşta haklı haksız diye bir şey yok. Sadece tek bir gerçek var. Birisi kazanırken diğeri kaybedecek. Bir hiç uğruna…
Aşk yok mu peki? Fazlasıyla var. 2 kadın 1 adam var. Yalan var. Aldatma var. Entrika var. Var da var. Aşkı için intiharı deneyen saf aşık var. Aşkı için kocasından vazgeçen bir kadın var. Ne kadar da pembe dizi değil mi? Sizde uyandırması gereken asıl duygu buyken Mihail Şolohov o kadar güzel ve derin bir şekilde anlatıyor ki bu söylediklerimi; bazen boğazınız düğümleniyor, bazense çok kızıyorsunuz yaptıklarına. Duygu coşkusu peşinizi bırakmayacak.
Aile yaşantıları da o kadar güzel gözler önüne seriliyor ki, sanki komşu köyde yaşananları dinliyormuşsunuz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. O kadar tanıdık geliyor. O kadar güzel anlatılıyor.
Okunması gereken bir seri. 4 kitaptan oluşuyor. Toplam 1628 sayfadan oluşuyor ama okurken sizi yormuyor. Dediğim gibi sanki çok tanıdık bir hikayeyi dinliyormuşsunuz gibi geliyor. O yüzden sayfaların nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.
İyi okumalar dileriz.
“Hayat yatağından bir kere çıkmaya görsün, sayısız kollara ayrılır da gider. Sonu bilinmez, dolambaçlı yolunda hangi kolu tutturacak önceden kestirmek güçtür. Bugün kumlarda akan sığ sudur; öyle sığ, dibi görünür. Yarın, bakarsın, dolu dolu akıyor, derin.”
“Bizleri, insan oğullarını birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu? diye sorduğum oluyor.”
“Başkasının malına el atmayın. Tanrı korkusuna sahip insanlar olarak, hiçbir kadına kötülük etmeyin.”